Sayın Profesör Doktor Oktay Sinanoğlu; dünyanın en genç yaşta profesör olmuş kişisi ve Nobel adayı. 1953 yılında Ankara’da TED’in Yenişehir Lisesini birincilikle bitirdi. O zaman lisenin eğitim dili tamamen Türkçe’ydi, takviyeli yabancı dil dersleri vardı, sonradan kolej oldu. TED tarafından Amerika’ya burslu Kimya Mühendisliği için gönderildi. 1956 yılında Amerika Birleşik Devletleri Kaliforniya Üniversitesi, Berkeley’de Kimya Mühendisliğini birincilikle bitirdi. 1957’de Amerika Birleşik Devletlerinde MIT’den birincilikle Yüksek Kimya Mühendisi oldu. Alfred Sloan ödülünü aldı. 1959’da Kaliforniya Üniversitesi, Berkeley’de; Kuramsal Kimya Doktorasını yaptı, doktorasını yaparken iki ödül kazandı. 1959-1960 yıllarında Amerika Birleşik Devletleri Atom Enerjisi Merkezinde araştırmalar yaptı. 1961’de hem Harward, hem de Yale’de kendisinin yeni Nicem (“Kuvantum”)Kimyası ve fiziği üzerine teorileri hakkında üst düzey derslerde yeni buluşlarını anlattı. 1962 yılında Batının 300 yılda en genç profesörü oldu (26 yaşında Yale Üniversitesinde); 1962 yılında Ortadoğu Teknik Üniversitesi mütevelli heyeti yalnız Oktay Sinanoğlu’na mahsus olmak üzere kendisine Danışman Profesör unvanını verdi. Türkiye’de de kuramsal kimya bölümünü kurdu. Ortadoğu Teknik Üniversitesinde eğitimin Türkçe olması için uğraş verdi. Ama, tabii olmadı. 1964’de Moleküler Biyoloji konusunda ikinci kürsüsüne Yale Üniversitesine atandı. 1973’te Almanya’nın en yüksek Aleksander von Humboldt Bilim Ödülünü ilk kazanan kişi oldu. 1975’te Japonya’nın Uluslararası Seçkin Bilimci Ödülünü kazandı; yine 1975 yılında özel kanunla Oktay Sinanoğlu’na ilk ve tek, Türkiye Cumhuriyeti Profesörü unvanı verildi. 1976’da Japonya’ya Türkiye Cumhuriyeti Özel Elçisi olarak gönderildi. Kendisi Türk-Japon kültür, bilim ve eğitim ilişkilerinin temellerini atmıştır. Amerika Bilim ve Sanat Akademisinin ilk ve tek Türk üyesidir. Hindistan’ın Devlet Misafiri olarak, Hintli Bakanlarla ve Cumhurbaşkanıyla görüşmüştür. Meksika’da aynı seviyede Üçüncü Dünya Bağımsızlığı için çalışmıştır. 1962’den günümüze dek ilk TÜBİTAK Bilim Ödülünü, ilk Sedat Simavi ödülünü, 1992’de Bilgi Çağı, 1995’te İLESAM Üstün Hizmet Ödülünü, ayrıca Yılın Fikir Adamı, Yılın Bilim Adamı ödüllerini aldı. Yıldız Teknik, Yesevi Kazakistan ve benzeri bir çok kuruluşta profesör, mütevelli heyeti üyesi, Atatürk Kültür Kurumu asli üyesidir. 250 kadar uluslararası bilimsel yayını, bilim kuramları, çeşitli dillere çevrilmiş kitapları vardır. Türkiye’de de Türkçe pek çok yayın yapmıştır. Değişik ülkelerde iki kez Nobel’e aday gösterilmiştir.
Oktay
Sinanoğlu ABD Yale Üniversite’nde 26 yaşında profesör olmuş, kimya alanında
gerçekleştirdiği kuramları ile dünyayı ayağa kaldırdığı bu yıllarda Time, Der
Speigel başta olmak tüm dünya
basınının kapağında yer almıştı. Dünya çapında ülkemizin adını duyururken iki
kez Nobel’e aday gösterilmişti. Uzun zaman basının ilgisinden uzak duran Prof.
Sinanoğlu artık millete kimsenin söyleyemediği bir çokşeyi söylemenin görevi
olduğuna inanıyor.
Prof. Oktay
Sinanoğlu dünyanın dört yanındaki birçok üniversitenin öğretim üyesi, Kırk yıla
yakın çapında bilim adamları yetişirmiş, sayılmayacak kadar ödülle ve kendi adını taşıyan
kuramlara sahip. Onunla Yıldız Üniversitesi’ndeki mütevazi odasında konuşuyoruz.
Bu görkem ve gözlerden fışkıran bu zekaya son derece mütevazi. IQ’sunun Einstein’dan bile
yüksek oluşundan söz edilmesine
bile izin vermiyor. Oysa Batı dünyasının 300 yıldır en genç profesörü olma
rekorunu kırmış. Boğaziçi Üniversitesi ve Orta Doğu Teknik Üniversitelerinin
kurulmalarında önemli rol oynamış.
Asla kendi
konusuyla sınırlı kalmamış. O, kendisini dünyadaki her soruna karşı sorumlu
hisseden, dünya ile gerçekten barışık nadir insanlardan. Bir yandan bilim
dünyasının alt üst ederken, diğer yandan yıllardır. Yatıyla okyanusları
dolaşıyor, tarih dahil bir çok konuya meraklı. Uçak kullanıyor, beş yıl kadar
önce pilotluk brövesi almış. Bunca yıl yurdundan uzak kalmış olmasına karşın çok
temiz bir Türkçe ile konuşuyor. Bu arada anlatmaktan hoşlanmasa da saz
çaldığından, ne kadar güzel dans ettiğinden biraz çapkın olduğundan da söz
edildiğini duyduk. Beyninin hiç körelmemesinde tüm bunların da bir anlamı olsa
gerek
“Anadolu’yu
dahi dolaşıp bir takım konuşmalar yapmaya çalışıyorum. Kamuoyunu devamlı ıvır
zıvırlarla meşgul ediyorlar ve alttan götürüyorlar. Türkiye’de bizim gibilerden
başka da kimse çıkıp bir şey söylemiyor. Ya bilmiyorlar, ya korkuyorlar ya da
satılmışlar. Dolayısıyla bize çok iş düşüyor. Başkaları bunlarla uğraşsa da biz de matematikle
uğraşsak çok iyi olacak ama ne yapalım. Bu da boynumuzun
borcu”
Aslında
Amerika’ya hiç de isteyerek gitmemiş, Şimdiki Ankara Koleji o zamanın Yenişehir
Lisesi’nde önem verilen misyoner
okullarından nefret edilen zaman “Daha ilkokuldan bize denirdi ki; Harput’ta
Merzifon’da bile bir sürü Amerikan koleji vardı. Lozan’dan önce Osmanlı’yı
bunlar yıktı. Silah depoluğu yaptı, Azınlıkları kışkırttı, Bulgar isyanını
Robert Kolej’den yetişen biri çıkardı. “Türk kimliği Türk kültürü içinde
çağdaşlaşmak ve hatta dünyanın önüne geçmek amaç
“Derken biz
son sınıfa geldik. Derneğin parası bitti, okulu kapatacağız. Başınızın çaresine
bakın dediler. Bir senemiz kalmış. Eylül’de geldik ki okul duruyor mu diye okul
duruyor. Üstelik her yer boyanmış
gıcır gıcır on beş tane İngiltere’den ve Amerika’dan öğretmen gelmiş. Hoppala
........... Benden başka o zaman
‘ya kardeşim bu okul iflas ediyordu, bunların parası nerden çıktı? Diye soran
yok. Gelen hocaların en başı da Mr. Browning, bize ingilizce dersine geliyor.
Mr. Browning sınıfa Oxford Üniversitesi’nin kara cüppesi ile geliyor Bunlar
aslında 12. Asırda karatay Medresesi’nden binaları cüppeleri ve doktora sistemi
filan aynen kopye edilerek alınmıştır. Baktım ders aralarında gelir gelmez Türk
gazetelerini okuyor, gayet iyi Türkçe biliyor. Bir tatil oluyor, Erzurum
taraflarına gidiyor. O zamanlar oralar yasak bölge kimse gidemiyor. Aslında
adama insan olarak da hayranım öğrendim ki Oxford Üniversitesinde klasikler
kürsüsünde Don ünvanı var. Çok büyük bir adam Ankara’da kı kırtipyoz bir okulda ingilizce
ders vermesinin ne anlamı var? Hatta benim huylandığımı anladı ‘Ben casusum
zaten filan diye dalga geçti. Yirmi yıl sonra İngiltere kraliçesinden en büyük
madalyayı aldığında da benden başka kimse ‘Mr. Browning denen bu adama ingiltere
kraliçesi bu kadar büyük bir madalyayı niye verir? Diye
sormadı.”
Baş
döndürücü bir kariyer. Cumhuriyet
tarihinin yakın tanığı 1948 yılında Missouri gemisinin gelişini Türkiye’nin
başına gelen en büyük felaketlerin başlangıcı olarak görüyor. Kızılay’da
otururlarken Amerikalı bir çavuşun kapısının önüne park ettiği motorunu
hayranlıkla ellediği için camdan
tüfekle ateş ederek öldürdüğü çocuk ve yeni yapılan TBMM’nin bahçesine inşa
edilen binanın Amerikan karargahı oluşu unutamadığı anılarından “Ben bunları
görerek büyüdüm ve beni Amerika’ya göndermek istiyorlar. Önce asla kabul
etmedim, ihanet olarak gördüm. Sonra birileri akıl verdi. Oğlum senin bir yarım
anan var ona bir şey olsa nasıl okuyacaksın. Aç kalırsınız. Sen git sonra
bildiğini oku dedi. Başkanın odasında; ki bu hayatımın dönüm noktasıdır;
arkasında da Türk bayrağı ve Atatürk resmi. Baktım ve içinden yemin ettim;
gideceğim orada bu adamları bu düşmanı içinden tanıyacağım ve kısmet olursa orada söz sahibi olacağım ve burada
onlarla mücadele edeceğim. Anlamıştım ki burada kalırsam zaten Amerika’nın
kölesi olacağım. Ve gittik, çok şükür ki bunları yapmakta söz konusu oldu. Sonuç
alıyor muyuz bilmiyorum ama kavgamızı yapıyoruz.”
Ancak
derdini anlatabildiği bir ingilizce ile 17 yaşında kendini Amerika’da bulmuş. Okuldakilere şok üzerine şok
yaşatarak sene ortasında bitirme sınavlarını alarak iki gün içinde üç sınıf
atmamış. “Bilim dili ingilizce filan değildir. O İngiliz safsatasıdır, bilim
dili matematiktir. Berkeley’e geçtim. Arkasından Amerika’nın öbür ucundan bir
burs geldi master için. Sekiz ayda da onlar bitti. Ben zaten bir yandan
araştırmalarıma kendim başlamışım, ne yapacağımı bilmiyorum. Bu arada kayağa
dağlara tırmanmaya gidiyorum. Hoca beni ortalıkta göremiyormuş; Valla, birkaç çalışma yaptım gelip
anlatayım dedim. Anlattım, önce inanmadı. Tahtada bir iki saat ispat ettik ‘
Aman, bunları hemen yayınlamalıyız.’ Dedi bu kadarı fazla bile sana doktora için
dediler.”
O arada
“Atom moleküllerinin çok elektronlu teorisi” diye konuyu ortaya atmış. Meğerse
buna da bütün bu işin babaları 50 senedir bu iş çözülemez derlemiş. Dünyada bir
kıyamet kopuyor. O artık kendi deyimiyle “Rock starları” gibi, devamlı uçaklarda, dünyanın bütün
üniversitelerinin kürsülerindedir. Sonunda Yale’de karar verir, hiç olmazsa
deniz kıyısıdır. Yale olur da Harward rahat verir mi? Bir yıl kadar her ikisinde birden çalışır.
Derken profesör olur. 26 yaşında iş arkadaşlarının hepsi 50’nın üstünde Fakülte
toplantılarında en genç o ...Bütün dünyanın dergilerinde o. Bunları övünerek
anlattığını sanmayın. Onun duygusal tepkisi farklıdır. “Ben bunları geçen sene
yaptım bunlara ne oluyor, ne kıyameti koparıyorlar, artık başka işlere
başlamışım. Ben hiçbir zaman da şu olayım, bu olayım, para veya mevki kazanayım
diye, okulda da hiçbir zaman not alayım diye çalışmış değilim. Bu arada
Türkiye’de beni örnek gösterip özel kanun çıkarmışlar ki bu gibi adamlar olursa
askerliği 33 yaşına kadar erteleyelim diye,”
Ankara’daki
okula atılan çengel. Aklında hep Türkiye’deki eğitim ve neler olduğu vardır. O
zamanlardan bu işlerin nereye gideceğinin farkındadır. Kendi okulunun başına
gelen örneklerin çoğalıp çoğalmadığını şiddetle merak etmektedir. Bir de bakar
ki yüzlerce Anadolu Lisesi kurulmuştur üstelik bunlara bir de üniversiteler
eklenmektedir. “Kendi çocukları için tanıyacağı imkanların bir kısmını bir ülke
yabancı öğrenciye niye verir.? Kendi kültürünü tanıtmak kendi dilini öğretmek kendine taraftar
olacak insanları o ülkelerde yetiştirmek için verir. Bir konuşma yap dediler.
Çok sevindik; dünyanın bin bir ülkesinde konuşmuşuz sonunda kendi ülkemizde
konuşacağız. Şiveme filan bir şey olmuştur diye çalıştım. Hazırlandım. Salon
dolmuş en önde zevat oturuyor. Biz başladık Türkçe konuşmamızı yapmaya Önden
Dekan Bey kalktı yüzü mosmor yanıma geldi. Utanmış vaziyette Oktay Bey İngilizce anlatın dedi. Şoke
oldum. Ben memleketime geliyorum diyorlar ki Türkçe olmaz sınıfta yabancı
öğrenciler varmış. Ben de dedim ki Türkçe bilmeyen varsa kusura bakmasın, ben
Türkçe anlatmaya hasretim. Onlar çıksınlar ben onlara sonra ingilizce anlatırım
iki pakistanlı el kaldırdı: Zaten biz Türkçe öğrenmek istiyoruz
dediler...”
Bunu diyen
bu dekan, geçen sene istanbul’da Uluslararası Kimya Kurultayı’nı yaptıklarında
dünyadan adı sanı duyulmaz bir sürü adamı çağırırken Profesör Sinanoğlu
Türkiye’de olduğu halde bir tek onu davet etmek. Gelenler sorarlar. “Oktay
nerede bu toplantıda?”. Böylesi dünya çapındaki bir bilim adamına küçük hesaplar
sonucu yapılan bir tavır... Her şeye rağmen bir takım odaklar onu hiçbir zaman
içlerine çekememişler. Bunun çocukluktan itibaren Türkiye’de dönen dolapların
kısmen içine düşmüş olmaya bağlıyor ve bir örnek
veriyor.
“Ben elli
sene öncesinden bu işin eleştirisini yapıyordum ve bu hale geleceğini de
biliyordum. Bakın size bir misal vereyim; 1973’de Amerika’da en büyük bilimsel
yayınevlerinden birinin danışmanıydım. Adam bana dedi ki Bize Washington’dan çok
gizli bir rapor geldi, sen Türkiye’ye çok bağlısın biliyorum. O yüzden aslında
yasak ama ben sana bunu vereyim. Rapor şu;
1973’de
devlet ya da CIA neyse bir araştırma şirketine yüzbinlerce dolar vererek gizli
bir araştırma yaptırıyor. Yakın bir gelecekte örneğin yirmi otuz sene sonra
Türkiye’nin dili toptan İngilizce olduğu zaman anaokulundan başlayarak
üniversitelerin sonuna kadar Türkiye’de
Amerikan-İngiliz kitap şirketleri için ne kadar bir Pazar oluşur. Üstünde
mühür var. Şahsa mahsustur. Çok gizli getirdim bunu burada akıllı sandığım birilerine verdim.
Kayboldu rapor. Bugün yirmi sene ya geçti ya geçmedi bir de duruyoruz ki her
türlü okulda artık dışarıdan direkt ithal
bu kitaplar ders kitabı olarak satılıyor ve okunuyor. Yani bu iş
bitmiştir. Nerdeyse sömürgelerde bile bu durum yoktur.
Bizdeki
devletin milli eğitim sistemindeki mantığının herkes 250 kelimelik bir
Tarzanca-İngilizce konuşsun kendi dilini unutsun başka hiçbir şey öğrenmesin
şekline dönüştüğünü söylüyor. İngilizler bur oyunu Hindistan’da yaptıkları zaman
herkes İngilizce öğrensin ki ilelebet köle olsunlar politikasındaydı. Bizim
devletin de yaptığı budur. Eğitimle
sömürgeleştirmektir. Bu bir ülkede eğitim dilini ana okullarına indirdiğin zaman
bir nesil içinde o ülkede o dil bitiyor. En basit lafları söylüyorum üniversite
öğrencisine anlamıyor.
Onu asıl
rahatsız eden eskiden sadece aydınlara el atmaya çalışanların artık ellerinin
cemaatlere halka uzanması şöyle anlatıyor düşüncelerini “Anadolu imam hatip
lisesi imam hatip lisesi iyi midir kötü müdür ayrı sorun ama her halde imam
hatip lisesindekinin Arapça-Farsça bilmesi daha mantıklıdır. Müslümanlığı
İngilizin kitabından okuyacak. Oyuna bak. Endülüs’ü kurtardık daha buralar hala
duruyor diyorlar. PKK filan daha hikayedir. Bunlar Kürdistan filan kurdurmaz. Ya
tamamen Amerikanın kölesi olacak ya da biraz kıpırdanınca çaresiz İran’la
işbirliği yapacak İran bugün Batı’nın baş düşmanı. Amerika, İngiliz buna izin
verir mi? Bu durumun sonunda Türkler de Kürtler de hepsi hava alacaktır. Buralar
birkaç kavim arasında dışardan
paylaşılacak Sevr filan hafif kalacak. Nerelerin kimlere verilecek şimdiden
belli, bu iş bitiyor. Bu ara bizim millet daha farkında
değil....
Şimdi her ülkenin, Asya’sından, Orta Amerika’sına, Avrupa’sından, her
memleketine kadar hepsinin içiyle haşır neşir olmuşum; kısmet oldu Allah’a şükür, hani olayım diye çaba
göstermedim, kendiliğinden oldu
Allah’ın bir nimeti ve bunları değerlendirdik, hiçbir yerde turist gibi
gezmedik, hiçbir yerde alışveriş yapmadık. Millet gidip bavullar dolusu,
alışveriş yapıp gelirdi, biz böyle
şeylerle hiçbir zaman alakadar olmadık. Ama birçok ülkeyle haşır neşir oldum, en
üstünden, en altına kadar. Gördük ki, aklı başında diyebileceğimiz her ülkenin
bir kere milli hedefleri vardır, her sahada milli hedefleri vardır, her sahada
siyaseti vardır, milli siyaseti vardır.
Nortthrop
bize hedef falan araştırmada ne olacak demişti. Ama, ben size söyleyeyim.
Dünyada her aklı başında ülkenin araştırmada da, bilim teknikte de, sanayide de,
dış siyasette, hepsinin uzun vâdeli hedefleri vardır kesinkes, ve uzun süre
bunlar gider. Amerika’da cumhurbaşkanı dört senede bir değişir; onun son iki
senesi seçim kampanyasıyla geçer; bir senesi herhalde “White House”in orasını
burasını öğrenmekle geçer (tabii gene bir sene çok; çünkü bizde bakanlıklar
mâlum üç ay kadardır.). Bu adamın ne zaman, meselã 117 memlekette Amerika’nın
dönen birtakım dolaplarını öğrenmeğe vakti olur? Bunları anlatsalar, yahut eline
rapor diye verseler, öğrenmesine imkân yoktur birkaç sene içinde. Ama,
Amerika’nın bu siyasetleri 50 sene aynen hiç şaşmadan yürüyor, nasıl oluyor bu
iş?
Her ülkenin planları, hedefleri var, Amerika’nın hepsinden fazla var. Ama
serbest piyasa, herkes bildiğini okur edebiyatı bol bol yapılır. Kızılderilileri
bu “medeni” İngilizlerin torunları soykırımdan geçirip dururken, (hâlâ da
geçiriyorlar) , Kızılderililer bazan savaşlarda galip çıkmış sözleşmeler,
antlaşmalar imzalanmış. Fakat birkaç yıl sonra o antlaşmaları “beyaz adam”
takmamış. Dolayısıyla Kızılderililer arasında bir tâbir var; diyorlar ki: “Beyaz
adam çatal dille konuşur.”. Hakikaten öyledir: Bir ortaya çıkıp anlattıklarına
bak, bir de dikkatle yaptıklarına; tam tersidir. Bu böyledir; Avrupa ülkeleri için de
böyledir, Rusya için de tamamıyla böyledir. Onun için Amerika’nın öyle serbest
piyasa dediğine bakma; muazzam hedefleri vardır,
Japonlar;
meselâ 1980’de 10 senelik plan yaptılar, milli hedef tâyin ettiler. Dediler ki,
beşinci nesil bilgisayarları ve çipleri biz üreteceğiz, biz yapacağız. Ve o
planla dünyada bayağı öne geçiyorlardı, ama Amerika planı gördü , bir telaşla
onlar da hızlandı. Her ülkenin planları var, şu anda Amerika’da milli araştırma
hedefi var mı, aya gitmek gibi? Şimdi tamamlanmak üzere bilim, araştırma hedefi
var şu anda:, çok olmadı başlayalı. “İnsan genomu projesi”. [Yazarın bu
konuşmasından birkaç ay sonra projenin tamamlandığı Bşk. Clinton tarafından
açıklandı da herkes duydu.] İnsanın kalıtımına, ırsiyeti sağlayan moleküllerin
üstünde yüzbin tane gen var ve insanın her şeyini, hattâ huyunu suyunu bu genler
belirliyor; gözünün renginden, yürürken nasıl durduğuna kadar, tabii ki bazı
hastalıkları da. Ve bu genleri meydana getiren 1 milyardan fazla DNA takı
molekülü “şifre”yi oluşturuyor. Bu
1 milyardan fazla molekül takısının hangisinin ve ne sırada olduğunu çözüp
şifreyi bilgisayara koyacaksın, neresinde ne var, ne yapıyor göreceksin. Büyük
bir tasarıydı bu ve yüzlerce, binlerce bilim adamı Amerikan üniversitelerinde,
araştırma kurullarında, sanayisinde bunun üzerine çalışıyor ve hemen hemen işi
bitirdiler.
Düşünün
ki, bir ülkedeki her ferdin kalıtım şifresi bütün ayrıntılarıyla bilgisayara
geçmiş. Bunun hesabını yaptım, hatta bir gazete makalesi diye de yazdım (bkz.
EK2). 100 milyonluk bir ülkede herkesin şifresini koyabilmek için ne kadar
hâfıza ve kaç tane bilgisayar lazımdır? Ne kadara mál
olur?
İlk
hesapta, olamaz, çok fazla, gibi çıkıyor. Sonra bunların birçoğunun ortak
olduğunu da düşünürseniz, insanlar arasında temel benzerlikler ana yapıda var
ya, onları düşersek rakam çok daha azalıyor, sadece farklılıkları kaydedersen
her insanın genini bugünkü mevcut imkânlarla bilgisayara geçirmek mümkün. Peki
bunu kim yapar? Bunu devlet yapar. Bu, indirgenmiş hâliyle bile büyük kaynak
isteyen bir şey.
Düşünebiliyor musunuz nereye gidiyor dünya? Önce kendi memleketinde,
sonra dünyada veya elinin altında olan ülkelerde her ferdin kalıtım şifresi
adamın bilgisayarında, istediği an, şu evsafta 100 tane adam bulayım; tık, oldu
bitti. Düşünün, ne muazzam, ama ne korkunç bir hâdise Bilim-kurgu dergilerinde
okusa insanın uykusu kaçar. Bunlar nerelere varır? İnsanın özgürlüğü ne olacak?
Hepsi bilgisayarda, hattâ insanın kendisinin bilmediği özellikleri bile onun
bilgisayarında. Kalıtımında ne olduğunu sen bilemezsin ki, yaşadıkça
anlıyorsun, bende şu varmış falan diye, ama o bilgisayar
biliyor.
Neyse lafı uzatmayalım, o proje bitmek
üzere [Şimdi tamamlandı] Bu büyük tasarımlar hedeflenip ortaya atıldığı zaman
çoğu insan, hatta bilimciler diyordu ki: Çok büyük iş. Olur mu?” Aya
gitmek de öyle oldu; adam dedi, 7 senede bitti.